Hababam Sınıfı’nın yazarı Rıfat Ilgaz’ın yaşama, çevreye, değerlere, insanlığa dair sözleri nelerdir?
Rıfat Ilgaz Türk edebiyatının, sanatının ve sinema dünyasının önemli bir değeridir. Çünkü Hababam Sınıfı onun kaleminden ve yaşanmışlığından çıkmıştır. Soyadını Ilgaz dağlarından alan Rıfat Ilgaz hayata dair neler söylemiştir dersiniz...
Simit mübarek bir nesnedir. Bu işe simitten başlamamızın tek gayesi, onun kutsallığından yararlanmamız içindir. Simit, hele susamlı kandil simidi, sembolümüzdür bizim. Bu kutsal halka, çayla işbirliği ederek çok canlar kurtarmıştır. Bu yüzden, cankurtaran simidi tabiri dilimize ve edebiyatımıza geçmiştir çocuklar.
Sen küçülmezsin, kitapları sevdiğin sürece…
Ya ezenden yana olacaksın ya da ezilenden! Bu işin az şekerlisi çok şekerlisi olmaz.
Kötü öğretmen, kötü öğrenci, kötü veli yoktur. Kötü eğitim sistemi vardır.
Bir gemicinin sevinci, neşesi, denizin yüzüne bağlıydı.
Açların boyun büktüğü memlekette, kişi özgürlükten laf etmemeli.
İnsan birini sevince nereye giderse yanında götürüyormuş gibi gelir.
İnsanların en namussuzu kimdir bilir misin? Herkes toprağı için cephelerde dövüşürken, düşmana arkasını dönüp kaçandır.
Sorunlarını, bütün sorunlarını çözümlemiş toplumlar henüz yok! Sanatçı bu sorunları bulup çıkarmakla görevli kişidir.
Yeri gelince bilmek de para etmiyor. İnsan bi şeyin üstesinden gelebilmeli. Üstesinden gelecek kadar yürek olmalı insanda, güç olmalı...
Burnunu çeke çeke ağlamak,
Belki biraz çocukça.
Ağlamak, hüngür hüngür ağlamak,
İçini çeke çeke, İnsanca!
Her işe aklı yatan çocuğum kalktığın zaman tahtaya yüzünün kızarması neden?
Ayağında sağlamca bir pabuç sırtında ceket yok diye mi?
Ne var bunda sıkılacak, utanmak bize düşer çocuğum! ”
Var mı evin barkın,tarlan toprağın? Var mı başını sokacak bir çatın, çatıda bir katın, ahırda atın, denizde yatın, boynunda kravatın?
Kavganın sürüp gitmesi, zenginlerin zenginliklerini sürdürebilmeleri için gerekliydi, yalnız bizde değil, bütün yeryüzünde.
Ne insancıldır şu uyku.
Ne özgürü ayırt eder,ne tutsağı.
Giriverir hemen koynuna.
Şunu da söyleyebilirim biraz daha ileri giderek…
Zengine karşı daha nazlıdır da, yoksula hemen veriverir kendini.
Ne altındaki ot yataktan iğrenir ne üstündeki çuldan çaputtan tiksinir.
“Hocam,” dedi, “bir sorum var sana.”
“Sor, evlat!”
“Bu Hazreti İsa var ya… Ne yer ne içer göğün dördüncü katında?” Kızmıştı hoca. Yürüyüp gitmek istedi, gönlü razı olmadı.
“Behey uğursuz oğlu uğursuz,” dedi, “şu kadar zamandır bu köydeyim, daha bir gün hocamız ne yer ne içer, sordunuz mu hiç? Tanrı’nın buyur ettiği İsa, onun yanında aç mı kalacak?”
“Masmavi bir deniz… Kıyıları da dantelli gibi, anneciğim, bu denizin bir adı var mı?”
“Var kızım, Karadeniz!”
“Karadeniz mi dedin anneciğim? Bu güzel denizin neresi kara? Masmavi… Kimi yerleri de… Şey…”
“Mor, lacivert…” diyecekti. Bu renklerin adını bulup çıkartamıyordu; ama aradığı renklerin içinde hiç de kara yoktu.
“Yanlış ad koymuşlar… Ben olsam bu güzel denize hiç de Karadeniz demezdim!”
Annesi gülüyordu: “Belki, adını böyle güzel bir günde koymamışlardır. Fırtınalı günlerde koymuş olacaklar, böyle masmavi olacağını hiç düşünmeden…”