Kolsuz Agop kimdir? Gerçek adı Agop Kotoğyan... Meşhur cildiyeci... Kolsuz Agop olarak biliniyor. Öyle bir hayat hikayesi var ki, filmlere taş çıkaracak türden...
Gelin hep birlikte şanssızlıkların ve acıların peşini bırakmadığı ancak o tüm bunlara rağmen mutlu olmayı başaran adamı tanıyalım...
Yozgat’ın Akdağ Madeni İlçesi’nin Terzili Köyü’nde yoksul bir ailenin Kirkor adında bir çocuk var. Kirkor Kotoğyan, 1911 doğumlu. 1915 yılında, yani Anadolu’daki o büyük kaos döneminde henüz dört yaşındayken babasını kaybeder. Çeteler köydeki tüm erkekleri öldürür. Küçük Kirkor’u annesi, onu madendeki mağaralara kaçırarak kurtarır. Olaylar yatışıp saldırılar durunca köylerine dönerler. Kirkor, 25 yaşındayken Yozgat’ın İğdere Köyü’nde yaşayan Makruhi Hanım’la evlenir.
Aile 1938’de İstanbul’a gelir ve Samatya’ya yerleşir. Bir yıl sonra ilk çocukları Agop, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Cerrahpaşa hastanesinde doğar.
Baba Kirkor, inşaatlarda kalfa olarak çalışır, annesi de Samatya yakınlarında bir fabrikada işçilik yapar.
Çok yoksullardır. Küçük Agop, Samatya Sahakyan Ermeni İlkokulu’na başladığı yıl, babası ona bir ceket alır. Ancak o ceket Samatya sahilinde denize girdiği bir gün çalınır. Anasından bir ton dayak yer ve tam üç yıl boyunca da ceketsiz kalır. Çünkü yenisini almaları mümkün değildir. O dönem ekmek karneyle alınır, aylarca et ve şeker yüzü görülmez.
Küçük Agop ilkokuldayken işe başlar. Gümüş atölyesinde çalışır. Sıcak, çok sıcak bir yaz günü, gümüş kalıpları plaka haline getirmek için kullanılan presin silindiri iş önlüğünün kolunu kapar. Sonra da elinin tamamı omuzuna kadar presin altında kalır. Hastaneye götürülür “Bu çocuk yaşamaz” denilir. Günlerce komada kalır. Ve yine doğduğu Cerrahpaşa Hastanesi’ndedir.
Bir kolunun olmaması nedeniyle kendisine acınarak bakıldığını görür ve 1 yıl okula gitmez. Ancak ders kitapları alır ve kendi kendine okur. Ve tek koluyla çalışamayacağını bir meslek edinemeyeceğini düşünür ve okumaya karar verir. Eğitimine geri döner. Tahtakale’de işportacılık yapar. Konfeksiyon atölyelerinde ilik makinelerinde çalışır. Küçük kardeşlerine de arada hediyeler alır.
Okul yılları çok başarılı geçer. Lisede okul birincisi olur, takdir görür.
İyi bir Fenerbahçelidir ve basketbolu çok sever. Tek kolu olduğu için oynayamaz. Futbola ilgi duyar ve oynar.
1957’de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazanır. Doğduğu, yaralandığında tedavi gördüğü hastanededir.
Kapısından içeri girdiği ilk gün ‘Bir zamanlar beni kurtardı bu hastane, şimdi nöbet sırası bende’ diye düşünmüş.
Üniversitede okurken lise öğrencilerine özel dersler verip para kazanlaya devam eder.
1963’te okul birincisi olarak doktorluk diplomasını alır. Bir yıl Çapa’nın Deri ve Frengi Hastalıkları Kliniği’nde çalışır. 1964’te Cerrahpaşa’daki Dermatoloji Kürsüsü’nde asistan olarak göreve başmar.
1967’de uzman olur. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde başasistan olarak çalışırken üniversite tarafından Ekim 1969’da Almanya’ya gönderilir. Dört ayda Almanca’yı öğrenir. Kliniklerde gösterdiği başarıdan dolayı, Alman Üniversite Kurulu’nun talebiyle okulda kalma süresi bir yıl daha uzatılır.
Sağ kolunu kaybetmesinin ardından sol koluyla iş görebilmek için çok çalışır. Ki üniversitede okurken tek eliyle tüplerden şırıngaya ilaç çekmeyi, bu ilacı hastaya enjekte etmeyi öğrenmek için geceleri hastanede nöbete kalır, evde portakallara su şırınga eder. Dikiş atmayı öğrenmek için ise, evde ne kadar sökük ve yırtık varsa diker. İki yıl içinde tüm bu işleri kimseden yardım almadan tek başına yapar hale gelir.
1972’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne geri döndükten bir yıl sonra doçentlik sınavını başarıyla verir. 1979’da ise, ‘Akne Vulgaris Vak’alarında İmmunolojik Araştırmalar’ başlıklı teziyle profesör kadrosuna atanır.
Almanca’dan sonra yine kendi çabasıyla, Fransızca ve İngilizce öğrenir.
Dünyanın birçok ülkesinde dersler, konferanslar vermiş, nam salmış.
Uluslararası tıp dergilerinde makaleleri yayınlanır.
Suzan Hanım’la 1975’te evlenir. Üniversiteden emekli olduğu 21 Kasım 2004 günü yaptığı konuşmada ‘İki kişiye teşekkür etmiyorum: Biri beni bu yolun başına kadar getiren anam, diğeri beni şu kürsüye kadar çıkaran eşim Suzan. Teşekkür etmiyorum değil, aslında edemiyorum. Çünkü onlara her şeyimi borçluyum’ der.
Bu efsane doktor üniversiteye vedasında “32 yılını öğretim üyesi olarak geçirdiğim, 41 yıl üç ay süren üniversitedeki görevim fiilen sona ermiş bulunuyor. İnsanın hissetttiklerini anlatabilmesi oldukça güç. Ayrılık günü gelip çattığında hiç tanımadığınız bir boşluk hissine kapılıyorsunuz. İlk olarak geçmişin yoğunluğu içerisinde hiç gerçekleşmemiş olan bir şey gerçekleşiyor: Annesinin kuzusu Agop, gümüşçüde çalışan Agop, futbolcu, asistan, Almanya’da görev yapan, doçentlik sınavındaki Agop, ilk dersini veren, profesör olan Agop kafa kafaya verip ‘Şimdi ne olacak’ diyorlar. Neden sonra aynı toplantıya emekli Agop gelip de, ‘Hey geçmişin kimlikleri; utanmasanız Agop öldü diyeceksiniz. Şimdi, en büyüğünüz olarak ben, işte buradayım’ diyene kadar...” der.
Agop şifa dağıtmaya devam eder ve Osmanbey’deki mimar oğlunun tasarladığı yeni kliniğinde, yine içten, yine mütevazı, çalışmasını sürdürür.
Ve annesi Agop’un emekli olduğu gün törene katılamaz ama kızı mektubunu okur. İşte o mektup:
“Ciğerim Agop. Baban da okuma yazma bilmez idi, ben de. Sen, okudun. Sen hep okudun ve çok çalıştın can parçam. Biz fukaraydık, senin yaptığın şu çok zor yolculukta yanına yetecek kadar azık koyamadık. Bak, burada da açıklıyorum, herkes duysun: Oğlum, sana yeterince yardım edemedik ve ben hep üzüldüm buna. Pek belli etmezdi ama baban da buna çok üzülmüştü. Ama, sen bizim yüzümüzü hiç kara çıkarmadım. Her zorluğun üstesinden geldin. Garip kuşun yuvasını yapan Allah, uçmak istediğini anlayınca sana kanat taktı. Ciğerim Agop, çok çalıştın, çok yoruldun. Sana biraz istirahat et diyeceğim ama biliyorum ki beni dinlemeyeceksin. Şimdi, biraz hastayım ama sen biliyorsun ki yanındayım. Bilesin ki anacığın seninle iftihar ediyor. Baban da şimdi yukarıdan sana bakıyor ve gülüyordur. Ciğerim benim, senin o kara gözlerinden öpüyorum.”